0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

17. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“GELMEK...”

Şeytan Tanrı’ya verdiği savaşı kazansın diye kaybeden bizler oluyoruz…

Sabah ışıklarını görür görmez uyanmıştım. Aralık ayının soğuğu, artık sahip olduğum bu evin içinde fazlasıyla hissediliyordu. Gece boyunca üşümüş, kendimi kat kat sararak yere açtığım eşyalarımın üzerine yatmıştım. Tam iki tane kazak giyinmiştim. Dün Gazel’le evi temizledikten sonra marketten ücretsiz aldığımız kartonları yere sermiş, gece onların üzerinde yatmıştım. Yastığım, yorganım, temiz çarşaflarım yoktu ve açıkçası vücudum epey ağrımıştı ama ne yapabilirdim ki? Gücüm şimdilik bu kadarına yetiyordu.

Eşyalarımı çantaya koyduktan sonra uzanıp telefonu aldım, ekrana baktım. Ah, yalnızca Gazel iyi olup olmadığımı soran bir mesaj atmıştı. Mesajı kalbimi sıcacık yaptığında ona cevap yazdım. Bir an sanki parmaklarım benden bağımsız şekilde hareketlendi ve yeni bir mesaj yazmak için başka bir ekrana girdi.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Günaydın.

Mesajı gönderir göndermez telefonu bir anda çantamın üzerine attım ve elimi açılan ağzıma götürdüm. Yaptığıma şaşırmıştım. Neden böyle bir şey yapmış, ona günaydın mesajı atmıştım? Çok aptaldım, dün mesafe açmamız gerektiğini düşünmüştüm ama bu sabah ona mesaj atmıştım.

Tek dizimin üzerinde eğilerek titreyen parmaklarla telefona uzandım. Sanki bedenim, kırık kalple yaşarken alnım düşüncelerimin çatışmasıyla beraber kırıştı.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Kapıyı aç.

Yoksa... Telefonu kenara bırakarak dizimin üzerinden doğruldum ve salonun çıkışına yöneldim. Salon çıkışından sonra dümdüz bir hol vardı. Holü yürürken ellerim telaşla saçlarımı düzeltmeye gitti. Ah, kapıyı böyle açamazdım. Salona döndüm ve telefon kamerasından kendime bakarak saçlarımı düzelttim. Tamam, şimdi muntazam görünüyordum. Telefonu bırakıp acele içinde tekrar salonu terk ettim. Vakit kaybetmeden ahşap kapıyı açtım.

Gözleri, tüm düşüncelerini süpürerek zihnime yerleşti ve bana sol göğsümün altında benim de bir kalp taşıdığımı hatırlattı. Soluğumu tuttum. Gözlerine bakarken, Hazer de beni görmenin duraksamasını yaşadı. Sadece susarak birbirimizi izlediğimiz bir dakikanın ardından dudakları nihayet yavaşça aralandı. “Bana her sabah mesaj atsana.”

Kapının kulpunu daha sert tutarken, “Her sabah mesaj atamam,” diyerek kızaran yanağımı kaşıdım. “Utanırım.”

“Hımm,” dedi ve eşiğe, bana doğru bir adım daha attı. “O zaman bir sabah sen atarsın bir sabah ben, olur mu?”

Onun bu konuşması beni hafifçe gülümsetti ama yüzüm aşağıda olduğu için bunu göremediğine emindim. “Bilmem ki,” dedim, gözlerimi kırışık gömleğine çevirdim. “Neden sabahları birbirimize mesaj atıyoruz?”

“Atsak güzel olur çünkü. Atmayalım mı? Atalım atalım.”

Birbirimize her sabah mesaj atmak ne anlama gelirdi? Ne anlama geldiğini hesap edemeden alt dudağımı ısırdım.

“Aa şey... Benim her zaman kontörüm olmaz, o yüzden devamlı mesaj atamam.”

Sesim buruk çıkmış olmalı ki, “Üzülme,” dedi hemencecik, başı başımın üzerinde kalıyordu, nefesi saçlarıma süzülmüştü. “Senin atmadığın sabahlarda da ben atarım.”

Kafamı heyecan içinde sallarken, “Olur,” dedim ve kısık sesle devam ettim. “Ama beni utandıracak mesajlar atma, cevap vermem yoksa!”

“Hımm.” Hafif bir gülme sesi geldi ama o kadar anlıktı ki, anlamayarak kaşlarımı çatmıştım. “Ama sen cevap vermezsen ben arabama atlar, buraya gelir, cevabını gözlerinin içine bakarak alırım.”

Gözlerimin içine bakmaktan bahsetmesi bile yetmişti. “Lütfen bana böyle şeyler söyleme... Bir anda nefes alamamaya başlıyorum.”

“Ah, Mila.” Sesi ismimi ilk kez bu kadar içten söylemişti. “Şimdi sakın o gözlerini kaldırıp bana bakma, yoksa ben de tıpkı öyle nefes alamamaya başlayacağım.”

İnsan içine kıymık gibi batacağını bildiği gözlere bakar mıydı ki? Onu da nefessiz bırakmazdım hem. O esnada gözlerim Hazer’in vücudunda dolaşıyordu. Bugün diğer günlerden daha düzensiz görünüyordu. Onu hiç kırışık kıyafetlerle görmezdim. Hem... Gözlerimi kısıp daha dikkatli baktım. Üzerindeki, dün giydiği takım değil miydi?

Bunu sormak için ağzımı araladığımda birkaç adım sesi duydum ve arkaya baktım. Kerem’in yanında bir adamla buraya doğru yürüdüğünü görerek kaşlarımı keskince çattım. “Bu adam kim? Kerem onu neden buraya getiriyor?”

Gerileyerek kendimi saklamaya çalıştığımda, Hazer omzunun üzerinden dönüp Kerem ile adama baktı.

“O mu? Kerem’den getirmesini ben istedim. Çilingir, kapının kilidini değiştirsin.” Ben daha şaşkınlık belirtisi göstermeden, Hazer devam etti. “Bu evin anahtarı emlakçıda var, belki burada önce oturan kiracıda bile duruyordur hâlâ. Değiştirelim biz, güvene alalım kendimizi. Değişmenin sakıncası olmaz ne de olsa.”

Evet, dediği gibi anahtar muhakkak emlakçıda vardı ve eğer eski kiracıda da varsa kendimi hiç güvende hissetmezdim. Bunu düşünememiştim ama Hazer ”bizim” adımıza düşünmüştü.

“Günaydın Safir Hanım.” Kerem’in enerji dolu sesini duyduğumda kafamı onlara doğru kaldırdım. “Bugün de ışıltınızdan bizi kör edecek gibi görünüyorsunuz.”

Beni hafifçe gülümsettiğinde, “Günaydın,” diyerek ona karşılık verdim ve ekledim. “Çok komiksin.”

“Kadınlar komik erkeklere bayılır,” diye karşılık verdi bana, Hazer’in bir adım kadar gerisindeydi. “Siz de mi komik erkekleri seversiniz Safir Hanım?”

Ben daha bunu düşünmeden, “Hayır,” dedi Hazer ve ikimiz de dönüp ona baktık. Kerem’e huysuzca bakıyordu. “Komik erkek falan sevdiği yok. Nereden çıkarıyorsun böyle şeyleri.” Asabiyetle bana döndü. “Sevmiyorsun değil mi? Söylesene şuna!”

Bir dakika kadar sustuk.

Sonra Kerem yan yan güldü. “Kendisi komik olmadığı için... Anlıyorum tabii.”

Hazer ona öldürücü bakışlar atana kadar Kerem sırıttı ve Hazer’in bakışlarıyla karşı karşıya geldiğinde arkasını dönerek çilingirin yanına ilerledi. Hazer bir süre daha onun arkasından baktıktan sonra bana döndü. Bakışlarımız, soğuk bir kış gününde üşüyen ellerin eldivenle buluşması gibi sıcacık bir hisle kavuştu.

Hazer, “Bakma sen Kerem’e,” dedi daha alçak bir sesle. “Bazen ne dediğini bilmiyor.”

“Kerem’e bozulmuyorum, bence çok nazik, anlayışlı birisi. Oldukça da komik.”

“Ben de anlayışlıyımdır,” diye homurdandığında duraksayarak, “Peki,” dedim başka ne diyeceğimi bilemeyerek.

Bakışlarını benden çekti. “Ama komik değilimdir.”

“Ama bu aralar bir tek senin yanında gülümsüyorum.”

Bakışları o kadar hızlı bir şekilde gözlerime tırmandı ki, sanki biri kalbime bir taş atmış ve onu parçalara ayırmıştı. “Yaa...”

Yemin ederim ben gülümsemezdim, hatta kahkahamın tınısını bile unutmuştum ama onun yanında dudaklarımın kıvrılmasına engel olamıyordum.

Salondan içeri girdim ve onun da az sonra gireceğini düşünerek etrafı düzelttim. Kartonu katladım ve çantamı da kartonun üzerine koyarak çaresiz bir avuntuyla bekledim. İçeriye gelirse oturamazdı, oturması için bir koltuğum yoktu. Bunun üzüntüsünü yaşarken eğildim ve kartonu tekrar yere serdim. Oturmak isterse buraya oturabilirdi. Önceki gün aldığımız sularla yüzümü yıkamak için mutfağa gittim. Koridora çıktığımda, Hazer’in çilingir adamla konuştuğunu duydum. Hemen kayboldum ve mutfağa girerek tezgâhta duran şişeyi lavaboya doğru çekerek akıttım ve tek elimle yüzümü yıkadım.

Mutfağa baktım. Küçük ve evin kalanı gibi bakımsızdı. Yanaklarımı sıkıntıyla şişirdim ama bunların beni üzmesine izin vermeyecektim. Omuzlarımı dikleştirerek salona yürüdüm. Çantamın yanına ilerleyip ön gözündeki peçeteyi çıkararak elimi yüzümü kurulamaya başladım. Hazer salondan içeriye ağırca girerken “Geleyim mi?” dedi.

Kendisine karşı bu kadar mı soğuk davranıyordum da içeriye girerken bile tereddüt ediyordu. “Gel, por favor.”

Burnumu gıdıklayan kaşıntıyı hissederek peçeteyi burnuma götürdüm ve birkaç kez hapşırdım.

“İyi yaşa.”

“Hep beraber.”

“Tabii,” dedi Hazer, derin bir sesle. “Hep beraber.”

Alt dudağımı ısırdım ve burnumu silerek kartonun kenarına oturdum. Sanırım çilingir işini bitirene kadar Hazer burada kalacaktı, kalabilirdi kalmasına ama ayakta durması mahcubiyetimi artırıyordu. Kartonun üstünde kenara kayarak yanımı gösterdim. “Oturmak ister misin?”

Hareketlendiğinde oturacağını anlayarak biraz rahatladım. Gözlerim üst üste hapşırdığım için sulanmıştı. Hazer duraksadı ve ceketini çıkarttı, sanırım ceketinin üzerine oturacaktı. Ben de altına bir şey koysam iyi olurdu, zemin çok soğuktu. Eğilerek yanıma, aramızda belli bir mesafe koyarak oturduğunda ceketi bana uzattı. “Hadi, bunun üstüne otur da daha fazla üşütme.”

Ama Tanrı aşkına, o pahalı ceketinin üzerine nasıl oturabilirdim? “Ben montuma otururum.”

Hazer kafasını çevirip kenarda duran montuma baktı. “Tamam. Onun içi yünlüymüş, daha sıcak olur.”

Montu çektim ve içine oturarak kollarımı kendime sardım.

“Üstün çok kırışık görünüyor,” deyiverdim ona.

Hazer duraksayarak bakışlarını kaçırdı. “Nasıl olmuş anlamadım, kırışmış.”

“Nasıl olmuş anlamadın, kırışmış.”

Gözlerini yeniden bana çevirdi ve cümlesini bilerek tekrar ettiğim için uyarır gibi baktı. Omzumu silktim. “Şapşal.”

“Ne?” Esas bir şaşkınlık yaşadım. “Ben mi?”

Hazer’in ağzı aralık kaldı ve yüz ifadesi bocaladı. “Sen... Ama hakaret olsun diye söylemedim! Az önce sevimlilik yaptın ya, onun için dedim.”

“Sevimlilik mi yaptım?”

“Bu kelimeyi hiç kullanmam normalde.”

Mesela ben Leo’yu, bazen Gazel’i sevimli buluyordum. Ya da sokakta gördüğüm kedileri, köpekleri... Hazer’i nasıl mı buluyordum? Benim, onu tercüme edecek kelimelerim yoktu sanki. Birkaç dakika sessizlik yaşandı. Kalbim, söylesene bu kadar hızlı atmak için sessizliği mi bekliyordun? Gürültü yapma artık, sus, duyacak.

“O ses ne?”

Telaşla cevap verdim. “Kalbim değil!”

Hazer omzunun üzerinden bana doğru döndüğünde, ben de kalp atışlarımı duymuş olmasının endişesini yaşayarak ona doğru döndüm. Tek kaşını kaldırmış, sorar bakışlarla bana bakıyordu. “Dışarıdan ses geldi sanırım, onu anlamaya çalışıyordum.”

“Yaa,” dedim ve yanlış anlamanın utancıyla beraber suratımı önüme çevirdim. Al sana bir pervasızlık daha!

“Kapı kilidini değiştiriyor, onun sesi sanırım.”

Si, öyle olmalı.”

Si mi?

Türk aksanıyla bunu söylemesi ağzında çok... Bilmiyorum işte, güzel durmuştu. Kısa bir sessizlik oldu ve bu sessizlik gürültülü hapşırıklarımla dağıldığında, “Şifayı kapmış görünüyorsun,” dedi Hazer memnuniyetsizce. “İnatçı.”

“Despot.”

“İnatçı.”

“Despot.”

İkimiz de aynı anda birbirimize doğru döndüğümüzde, “Harika anlaşıyorsunuz,” diyen bir ses duyduk. Dönüp kapıdan giren Kerem’e baktık aynı anda. “Umarım ben de Leyla ile böyle anlaşırım.”

Ah, kendini Leyla’ya fena kaptırmış görünüyordu. “Eminim sana çok gülecektir,” dedim Kerem’e. “Onu ziyarete gidebilirsin.”

“Evet.” Kerem düşünceli bir şekilde mırıldandı. “Ona gül alayım mı? Sever mi sizce?”

“Ona bir saksının içinde gül al. Bakmasını sevecektir, dalından koparılmış gül yalnızca kurur, ölür. Saksının içinde büyümeye devam eden bir gül al ki, gözünün önüne bırakıp her gün büyüttüğü çiçek ona seni hatırlatsın.”

Kerem’in gözleri öyle parladı ki, bir anda çok konuştuğumu fark ederek başımı önüme eğdim. “Safir Hanım, bu harika bir fikir. Hay ağzınızı...”

“Kes artık.” Hazer yanımda alçak tonda homurdandı. “Ağzından çıkanı kulağın duysun.”

“Ya ben şey... Deyim olaraktan diyecektim vallahi!”

“Tamam, git de arabayı çalıştır.”

“Derhal.”

Kerem’in ayak sesleri uzaklaştığında, artık dış kapıdan ses gelmediğini fark ettim. Çilingirin işi bitmiş olmalıydı, ücreti ödemeliydim. Kenarda duran çantama uzandım ve açıp içerisinden cüzdanımı çıkardım.

“Hazer, sence ücret ne kadar olur?”

“Ne ücreti?” Hazer kafasını çevirdi. Elimdeki cüzdana ve tereddütlü çehreme baktı. “Kerem halletmiştir onu, sen paranı kendin için harca olur mu?”

“Ama...” Omuzlarım düştü ve rahatsızlık hissi derime batan bir diken gibi beni rahatsız etmeye başladı. “Despotsun işte! İşleri hep bir şekilde istediğin gibi hallediyorsun.”

“Hımm.”

“Hımm diyor bir de…”

Cüzdanı çantamın içine koydum ve tekrar yerime oturup kollarımı kendime sardım. Ücretini ödeyebilirdim, ona veya Kerem’e borçlu kalmak istemiyordum. Telefonuma uzanıp ekrandan saate bakarken, “Biriyle mi buluşacaksın?” diye sordu Hazer, düz bir sesle. Bunu neden sorduğunu anlamayarak dönüp ona baktığımda, göz ucuyla telefon ekranıma baktığını gördüm. “Saate baktın da onun için sordum.”

“Suyu açtırmaya gideceğim, nasıl yapılır bilmiyorum ama sekizden sonra açılır sanırım.”

Hazer gözlerini telefonumun ekranından çekti. “Açılmış olmalı, giderken seni bırakalım.”

Kafamı sallayarak onu onayladığımda bakışları içimde gürültüyle yankılandı ve ağzını açıp bir şey diyecek oldu ki telefonu çaldı. “Çalacak zamanı buldu...”

Söylenerek oturduğu yerden doğrulduğunda, odadan çıkmasını kısık gözlerle izledim. O gözden kaybolduğunda, yokluğundan yararlanarak ellerimi kaldırdım. Sıcaklayan yüzümü serinletmeye çalıştım. Mumun etrafındaki pervane gibi beni yakan bu ışığın cazibesinden kaçamıyordum.

Sıkça yutkunarak kendimi ferahlatmaya devam ederken, Kerem’in içeriye girdiğini görerek kendime çekidüzen verdim. Hazer’in olmadığını gördüğünde kaşlarını sorarcasına çattı ve muzip bir sesle sordu. “Patronumu nereye sakladınız Safir Hanım?”

İlahi Kerem. “Mutfakta, telefonla konuşuyor.”

“Ha...” Omzunun üzerinden koridora baktı ve Hazer’in yükselen sesini dinleyerek bana döndü. “Bugün ekstra gergin, can güvenliğim için yanında espri yapmasam iyi olur.”

Bana çok gergin gözükmemişti. “Affedersin... Neden gergin?”

“Maç var bugün.” Kerem sesini alçaltmış, ürpererek söylemişti bunu. “Hazer Bey Beşiktaş’ın maç günlerinde o kadar gergin olur ki patlayacak yer arar. Akşam da maça gidecek, Beşiktaş’ın maçını ne olursa olsun kaçırmaz.”

“O...” Doğru kelime aradım. “Fanatik mi?”

“Yok yok, fanatiklikten de beter bir şey bu.” Hazer’in duymaması için kısık sesle konuşmaya devam ediyordu. “Dört yıldır Hazer Bey’le çalışıyorum ve daha bir maçı kaçırdığını bile görmedim. Hepsini izler, ben de tabii mecburen onunla gidiyorum. Maç sırasında tam bir Ankaralı oluyor, görseniz inanamazsınız. Hele Beşiktaş’ın kaybettiği günler... Genelde ben bile ortadan kaybolurum, çünkü o öfkeli hali çekilecek gibi olmaz. Şimdi aklıma o bakışları geldi de...” Kerem ürpermiş gibi başını iki yana salladı. “Fenerbahçeli olup sırf o bakışlara katlanmamak adına Beşiktaş’ın kazanması için dua etmek nedir bilir misiniz siz?”

Hazer hakkında bir şeyler öğrenmekte daha sabırsız hissettim. “Sen Fenerbahçeli misin?”

“Evet,” dedi işaret parmağını dudağının üstüne bastırdı. “Tabii, Hazer Bey’in bundan haberi yok. Behram da Fenerbahçeli, maçları Hazer Bey’den gizli izleriz beraber.”

Elimi ağzıma götürdüm, gülmek üzereydim. “Behram’ın Fenerbahçeli olduğundan haberi var yani?”

“Var,” diyerek içini dökmeye devam etti. “Bu maç muhabbeti yüzünden kavga etmişlikleri de var. Behram Hazer Bey’in çok fanatik olduğunu söylüyor, Hazer Bey de ona ’Pis Fenerli’ diyor. Tabii o an ben de alınıyorum ama bunun bir önemi yok.”

“Çok ayıp, takım yüzünden kavga etmemeliler.”

“Bunu bir de Hazer Bey’e anlatın.”

Onların Hazer’den gizlice maç izlediğini düşünmek her nedense bana komik gelmişti. Neyse ki Kerem başka bir şey söylemedi. Az sonra Hazer telefon konuşmasını bitirerek içeriye geldiğinde bakışlarımızı ona çevirdik. Demek bu akşam maçı vardı.

Onu formanın içinde düşündüm de...

Hazer yüzümdeki manalı bakışları anlamaya çalışarak kaşlarını çatarken, “Araba hazır,” diyerek sessizliği bozdu Kerem, eski neşesiyle. “Çıkalım mı Hazer Bey?”

“Sen çık, biz geliriz.”

Kerem gülerek uzaklaşmaya başladı. “Çıkayım.”

Kerem gözden kaybolduğunda bir hapşırık burnumu gıdıkladı. Peçeteyi burnuma götürürken gürültüyle hapşırdım. Ah, gözlerim de sulanıyordu. Grip mi oluyordum? Eğer olursam işler çok aksardı ama ev o kadar soğuktu ki, gece uyurken kemiklerim adeta sızlamıştı. Üzerimde dünkü kıyafetlerim vardı ve temiz görünüyorlardı, değişmemin bir lüzumu yoktu. Üstüne oturduğum montu alıp giydim ve çantanın yanında duran atkıyı alarak boynuma sardım.

Hazer kokuyordu. Mest ediciydi.

Düşüncemin yüzüme kattığı kırmızılığa rağmen kafamı kaldırıp ona baktım ve yanına doğru ilerledim. Ah, cüzdanım çantadaydı. Kafamı kaşıyarak tekrar çantaya ilerledim ve cüzdanı alarak doğruldum. Hazer’in gülmemek için uğraştığına yemin edebilirdim. Kafasını kapının kirişine yaslamış, boy farkımız dolayısıyla yukarıdan bana bakıyordu. Bugün diğer günlerden daha dağınıktı ama buna rağmen göz alıcı görünmeye devam ediyordu. Göz alıcı mı? Aniden gözlerimi irileştirdim ve alt dudağımı ısırarak, “Gidelim,” dedim. O da “Gidelim,” diye karşılık verdiğinde yanından geçmek istedim fakat o an bir şey oldu.

Hazer bana doğru uzandı.

Bu, duraksamama sebep oldu. Harelerim hayret içinde genişlerken havaya kalkan elinin bana yaklaşmasını izledim. Sessizliğim ona istediğini vermiş olmalı ki bir anlık bekleyişin ardından uzanmaya devam etti ve yanağıma düşmüş olan bir saç tutamını alarak usulca kulağımın arkasına yerleştirdi. Bunu yaparken öyle özenliydi ki sanki parmaklarının ucunda kırılmasından korktuğu bir porselen taşıyordu. Karşısında, kalbim elimde duruyor, adeta ona uzatmak için sabırsızlanıyordum.

Saçıma dokundu, biraz kulağıma. Dokunuşunda o kadar çok şey vardı ki ayakta kalabilmek için uzanıp onun ceketinin yakasından tuttum. Karşımda durup parmağıyla saçıma dokunmaya devam etmesini çaresizlikle izledim.

🌠

Suya mı karışmış artık şaraplar,
Yoksa havadan mı?
Rüzgârdan mı?
Bir şeyler...
Sarhoş ediyor beni
Seni gördüğümden beri.

İnsan, canı yerine koyduğu kişinin esiriymiş, anlıyordum.

Dans benim için böyle bir şey.

Derin bir nefes verip kurs binasına baktım. Hazer gelmiş olmalıydı ama Kerem’i arabada göremiyordum. Önüme döndüm ve basamakları tırmanırken, insanlarla göz göze gelmemek için başımı önüme eğdim.

O, kalabalıkta göğsünü gere gere geziyor, ben başımı eğiyordum.

Ama bir gün her şey değişecekti.

Binanın içine girdim. Asansörden pek hoşlanmadığım için hep yaptığım gibi merdivenleri çıkmaya başladım. Hazer’in atkısı beni sıcak tutmuştu, onu boynumdan çözerek elime aldıktan sonra kalan basamakları da çıktım. Koridora vardım ve başımı koridorun sonuna çevirmemle beraber kalakaldım. Gördüklerime inanamadım.

Hazer Han Müjgan’la konuşuyordu.

Ağzım şaşkınlıkla aralandığında, elimi duvara dayadım ve anlamsız gözlerle onlara baktım. Salon kapısının önündelerdi ve karşılıklı duruyorlardı. Hazer bir elini kot pantolonunun cebine yerleştirmiş, ifadesiz bir suratla Müjgan’a bakıyordu ama Müjgan gayet keyifli halde konuşuyordu. Hazer sadece kafasını sallıyor, bunun haricinde bir şey yapmıyordu. Dalgınca Müjgan’a baktım. Şık kıyafetlerinin içindeydi ve saçlarıyla oynayarak Hazer’in karşısında gülüyordu. Ona neler söylüyordu? Ben kazanmıştım işte, niye anlamıyordu hâlâ!

Sessizce orada durmaya devam ettim, başka ne yapabilirdim bilmiyorum. Hazer ağzını açtı, bir şeyler dedi ve sonra izin isteyerek salonun kapısını açıp içeriye girdi. Müjgan’ın neşesi kayboldu ve bir süre sıkıntıyla kapıya baktıktan sonra bu tarafa döndü. Beni görmeye hazırlıksız yakalanarak kaşlarını çattı ve çizmelerinin üzerinde yanıma kadar yürüdü. “Merhaba Kül Kedisi.”

Hayır, Sindrella.

En azından Hazer için böyle.

Ona sakince bakarak omuzlarımı dikleştirdiğimde, “Hazer’le konuşmaya geldim,” diye devam etti sessizliğimi fırsat bilerek. “Beni görür görmez tanıdı, hatta ders saati olmasa bir şeyler içmeyi istediğinden bahsetti. Ama eminim ki beni bir daha görmek bile onun fikirlerini değiştirmiştir.”

Ben iyi kalmak istedikçe insanlar için kolay bir av halini alıyordum. Hazer’in atkısını avuç içimde sıkıca tutarken, “Ona Hazer değil, Hazer Bey diyeceksin,” diyerek düz bir sesle uyardım. Nezaketimi korumaya çalışıyordum, çirkinleşmek istemezdim. “Ayrıca eminim ki ne seni gördüğünde tanıdı ne de bir şeyler içmekten bahsetti. Seni çıkaramadığına, kim olduğunu sorduğuna eminim. Hazer fikrini değiştirmeyecek, çünkü doğru kişiyi seçtiğini biliyor.”

Kollarını asabiyetle göğsünün üzerinde kavuşturdu. “O kadar paspal, ışıksız görünüyorsun ki Safir... Kimse kafasını çevirip sana ikinci kez bakmaz, bunu sen de biliyorsun. Karşımda ne kadar dik görünsen de faydasız, çünkü sen bana yetişemezsin.”

“Sana yetişemem, çünkü zaten önündeyim.”

“Sen...”

“Neden böylesin?” diye sordum ona, gerçekten anlamayı isteyerek. “İmkânın var, şartların var, dünyanın her yerinde eğitim görüp müzikallere katılabilirsin Müjgan. Neden illa benim yerimde olmak istiyorsun?”

Cevap vermek yerine beni baştan aşağıya süzdü ve dudağının kenarı tembelce kıvrıldı. “Bacaklarını çok seviyorsun değil mi Safir? Ben de bacaklarımı çok severim...” Bana son bir bakış atıp yanımdan ilerledi. “Dilerim bacaklarına hiçbir şey olmaz.”

Bu ne demekti şimdi?

Ben henüz ağzımı açıp bir şey demeden Müjgan yanımdan uzaklaştı ve merdivenleri inerek gözden kayboldu.

Afallayarak önüme döndüm ve koridoru yürüyerek salon kapısı önünde duraksadım. Ne konuştuklarını Hazer’e sormalı mıydım? Kapıyı açıp içeriye girdiğimde gözlerim derhal onu buldu ve Hazer omzunun üstünden bana döndü. Gözleri, kalbimi kaburgalarımla kendi arasında sıkıştırmıştı sanki. Gergin omuzları gevşedi ve vücudunu tamamıyla bana çevirdi. “Mila...”

“Neden onunla konuşuyorsun?”

Hazer duraksarken, ben sırtımı örttüğüm kapıya yasladım ve ilk kez bu kadar cesurca gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Tek kaşını kaldırarak boyalı, temiz görünümlü ayakkabılarının üzerinde bana doğru yürüdü.

“Sen, Müjgan’dan mı bahsediyorsun?”

“Bana söz verdiğini unutmadın değil mi?” diye korku içinde sordum. “Onu izlemeni istemiyorum. Beni izlemeyi seviyorsun değil mi?”

Hazer de bu konuşmanın şaşkınlığını yaşamış olmalı, yüz ifadesi bunu garipsediğini açıkça belli ediyordu. Yanıma kadar geldi, yanıma kadar sokuldu. Aramızda bir adım bile bırakmadı, neredeyse ayakkabılarımızın burunları birbirine değiyordu. O bu kadar yakınımda durunca dediklerim kulaklarımda uğuldadı ve başım refleksle önüme düştü. Hazer o an daha önce yaptığı gibi başını aşağıya doğru eğdi ve gözlerimizi birleştirdi.

“Safir, babaannem hep der ki insanın gönlü bağlanınca gözleri de bağlanırmış.”

Üst dudağımı ısırdım ve Han’ın gözleri bir an yüzümün aşağısına kaydığında, “Şimdi neden bunu söyledin ki?” diye sordum, kesik kesik.

Sesim sanki kemiklerini kıra kıra içine giriyormuş gibi, dağınık bir yüz ifadesiyle bana baktı. “Bilmem. Her nedense sen öyle sorunca aklıma bu cümle geldi.”

“Hımm,” diyerek belki ondan uzaklaşabilirim diye sırtımı kapıya biraz daha yasladım.

Hazer duraksadı. Ardından sanki rahatsız olduğumu düşünmüş gibi birkaç adım geriye giderek bana alan açtı. Onun da nefesini tutmuş olduğunu fark ettim. Kalbimin sakinleşmesi için zaman tanımadan, “Durma, sahneye çık da dans et,” dedi. O an sanki dünya tıpkı kalbim gibi parçalarına ayrılıp dört bir tarafa savrulsa, biz onunla aynı tarafa denk düşerdik. “Seni izleyeyim. Seni izlememi istiyorsun değil mi?”

Si si.”

Gülümsediğime yemin edebilirdim.

Koşturarak sahneye çıktım ve kendimi perdelerin arkasına attım. Kabine girerek kapıyı kapattım ve soluklanmak için kendime izin verdim. Karşısında bazen dilimin kemiği olmuyor, ne dediğini kulaklarım duymuyordu. Ama bir kez daha beni izleyeceğini söylemişti, sanki aynı zamanda ”Hep seni izlemek istiyorum,” demişti.

Burada olan taytımı ve tişörtümü giyerek saçlarımı balerin topuzu yaptım ve çıkarak sahnenin ortasına yürümeye başladım. Meliha Hanım henüz gelmemişti, Hazer ile yalnızdık. Hazer camlara doğru yürümüş, kollarını göğsünde bağlamış, dikkatini bana vermişti. Ateşim yine başımdaydı, zaten hiç gittiği de yoktu. Benimle konuşmasından, beni soluk soluğa bırakmasından endişe ederek ona sırt çevirdim ve müziksiz dans etmeye başladım.

Vücudum çok halsizdi. Gece soğuğu kaptığım için kırgınlık hissediyordum, enerjim kaybolmuştu. Yine de elimden geleni yapmaya çalıştım ama sürekli hapşırıyor, öksürüyor ve duraksamak zorunda kalıyordum. Meliha Hanım çok geçmeden aramıza katıldığında, benim için bir müzik açtı ve dansımı izlemeye koyuldu. O da sürekli duraksadığımı, halsiz göründüğümü fark etti ve bugün istirahat etmemi söyledi ama kabul etmedim. Vakit kaybedemezdim, yorulamazdım. Asla pes etmezdim.

Hazer’le dansımı izlediği süre boyunca defalarca göz göze geldik. Hepsinde huzursuz göründüğünü fark ettim. Gözünü dahi kırpmadan beni izliyordu. Öksürdüğüm birkaç seferde ağzını açıp bir şeyler diyecek oldu ama bunun yerine susarak sıkıntılı bir şekilde beni izlemeyi sürdürdü.

Uzun süreli dansın ardından Meliha Hanım mutlaka dinlenmem gerektiğini söyleyerek odadan çıkmış, beni Hazer’le tekrar yalnız bırakmıştı. Sahnenin ortasında bir süre oturarak küçük havluyla yüzümün ve boynumun terini silerken hapşırmaya devam ediyordum. “Terledin de,” dedi Hazer o an, uzun süreli sessizliği bozarak. “Daha kötü olacaksın.”

Ona hak verdim. “Merak etme, dansı aksatmam.”

“Dans için söylememiştim,” diyerek homurdandığında, gözlerimi kısıp yüzüne baktım. Bazen onun yirmi sekiz yaşında olduğuna inanamıyordum, çünkü aksi bir çocuk gibi davranıyordu.

“Ama beni önemli yapan dansım değil mi? Dans etmiyor olmasam burada, karşında olmazdım. Dans etmiyor olsam sen kafanı çevirip bana bakmazdın.”

Birkaç dakika boyunca yalnızca birbirimizin gözlerinin en derinine baktık. Hani göğüs kafesi kalbi sıkıca sarar ya, gözleri de beni öyle sarıp sarmalamıştı.

“Yine de bir yerde bir gün birbirimizi bulurduk,” dedi yalnızca dudaklarını kıpırdatarak. “Tesadüf seni karşıma çıkarırdı.”

Tesadüf seni karşıma çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim...”

Devam etti. “Sen bana, dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de ruhum bulunduğunu öğrettin.”

Nefes almadan, elimin içinde taşıdığım bir kalple ona bakakaldım. Ben cüret edebilmiş, Sabahattin Ali’den alıntı yapmıştım ve o da devamını getirmişti... Utanarak yüzümü yana çevirdim. “Sen tesadüf deyince aklıma Sabahattin Ali’nin sözü geldi, o yüzden söyledim,” diye açıklama yapmak zorunda hissettim.

Yutkundu. “Ben de o yüzden...”

Başımı sallayarak aramızdaki bu garip elektriğin dağılması için doğruldum ve arkama bakmadan sahnenin arkasına ilerledim. Neden ona bakınca aklıma uzak kalmak dışında her şey geliyordu? Ben onunla mesafe istemiştim ama gözlerine bakıp güzel cümleler mi söylüyordum? Aman Tanrım! Sırtımı duvara yaslayarak ellerimi gerilen karnıma yasladım ve heyecanımın yatışmasını umdum. Karnımda bir şeyler uçuşuyordu sanki.

Sakinleşip üstümü değiştirdikten sonra bir banyoya ihtiyacım olduğunu düşünerek kabinden çıktım ve kafamı hiç kaldırmadan sahneyi yürüdüm. Aşağıya inerken montumu ve atkıyı kucağımda tutuyordum. Han bıraktığım yerdeydi. Titreyen ellerle montumu giydim. Atkımı özenle boynuma sardım. Dans binasının içi sıcak olsa da dışarıda vahşi bir kış soğuğu vardı. Montumun fermuarını çekip ellerimi cebime yerleştirdikten sonra veda etmek için ona döndüm. İnsan kemik ve etten oluşuyordu ama ona baktığımda ben sadece ruhum ve kalbimden oluşuyordum.

“Ben gideyim,” dedim sakince. “Yarın görüşürüz.”

“Yarın mı?” dedi aniden. Duraksadı, kafası karışmış gibiydi. “Doğru... Sen akşam kendi evine gideceksin, biz de ta yarın görüşmüş olacağız.”

Kafamı salladım ama hareketlerim çok tutuktu. “Evet, öyle olacağız.”

“Yani yirmi dört saat sonra görüşeceğiz.”

“Aslında yirmi iki falan...”

Kafasını salladı, ben de öyle yaptım. Tamam, artık gitmeliydim ama ayaklarım neden kıpırdamıyordu? Bana bir şey demesini mi bekliyordum? Bakışlarımı ondan çekerek gözlerimizin ayrılmasını sağladım ve sonra yavaşça kapıya doğru yürüdüm. Neden yavaştım? Hâlâ bir şey demesini mi bekliyordum? Kapıdan çıktım ve Hazer yalnızca arkamdan bakarken koridoru yürümeye başladım.

Sanırım onu yirmi iki saat sonra görecektim.

Koridoru yürüyüp merdivenleri inerken, adım sesleri kulağımda uğuldadı. Hazer’in de peşimden indiğini anladım. Yüzümün bir kısmını atkının içine saklayarak en alt kata indim ve binadan ayrıldım. Hazer hemen iki adım kadar gerimden geliyordu. Adımlarım bilinçsizce, sırf onunla yan yana yürümek için yavaşladı. Kısa bir an sonra yan yana yürümeye başladığımızda, ikimiz de dönüp birbirimize bakamadık.

Merdivenleri indiğimizde, kaldırım kenarındaki arabayı gördüm. Kerem arabadan inmiş bir şeyler yiyordu. Bizi gördüğünde doğruldu ve ceketini düzelterek başıyla selam verdi.

“Safir Hanım, tekrar merhaba. Dün de çok güzeldiniz, maşallah bugün de.”

Onun esprili tavrına çoktandır alıştığım için nazik tebessümle karşılık verdim.

“Sofor Hanom, tokrordon morhobo,” diyerek onu abartılı şekilde taklit etti Hazer, beni şaşkına uğratarak. Kerem ona gülmemek için uğraştı. “Şu paltomu ver, arabanın arka koltuğundaydı.”

Kerem vakit kaybetmeden arka kapıyı açtı ve Hazer’in paltosunu alırken, “Binmeyecek misiniz?” diye sordu.

“Sen arabayla eve geç, hatta geçerken kuru temizlemeciden formamı falan al, ben akşam geleceğim.”

Kerem’in omuzları üzüntüyle çöktü. “Tabii ya, maç!”

Hazer paltosunu kollarından geçirip giyerken, “Bir şey mi diyorsun?” diye sordu ama onu zaten duyduğuna emindim. Kerem kafasını kati bir şekilde iki yana salladı.

“Tabii alırım diyordum.”

Hazer paltosunu giyerken Kerem’e sırıttı. Kerem bize el sallayarak mağdur bir şekilde arabaya yürüdü. Olur da Beşiktaş yenilirse Hazer sinirini ondan çıkartacaktı, tabii Kerem’in dediği buydu. Ne kadar da hoş olmayan bir davranıştı. Kerem’in suçu neydi ki sinirini ondan çıkaracaktı? Hazer’in böyle biri olabileceğini düşününce... Nedense çok üzülüyordum.

Dudaklarımı ısırarak önüme döndüm. Onunla eş zamanlı olarak kaldırıma çıktım. Kerem arabayı çalıştırıp uzaklaşırken biz de kaldırımda arkalı önlü yürümeye başladık. Neden benimle geldiğini bilmiyordum ama ben de dönüp ona neden geldiğini sormuyordum. Sanki bu durum ikimiz için de çok doğaldı. Onun bir adım önündeydim, bazen parmak uçlarımda yükselerek yürüyor, bazen kendi etrafımda dönüyor ve onunla göz göze geldiğimde tabanlarıma basıyordum. Dans ederek yürüyordum, etraftaki insanlardan Hazer yanımdayken korkmuyordum. Kaldırımın sonuna doğru parmak uçlarımda yürürken, “Bu taraftan,” dedi Hazer, çenesiyle yol ayrımını işaret ederek. “Eczaneye uğrayacağız.”

Tabanlarıma basarken endişeyle sordum. “İyi misin? Bir yerin mi acıyor?”

Hazer ışıklara bakıp geçeceğimiz yolu kontrol etti. “Evet doktor hanım, göğsümde biraz ağrı var, beni muayene eder misiniz?”

Ah, beyefendi alay ediyordu. Kaşlarımı hafifçe çattım. Kızardığımı gizlemek için yüzümü ondan çevirdim. Hazer genzinden bir ses çıkararak benim gibi önüne döndü. Işıkların yanmasını bekleyip arabalar durduğunda yan yana karşıya geçtik ve sokağın başındaki eczaneye yöneldik. Buraya onun için değil, bana ilaç almak için gelmiştik. Hazer içeriye girerek kapıyı benim için açık tuttuğunda peşinden girdim ve onunla tezgâha yöneldim. Işıl ışıl gülümseyen bir hanımefendi tezgâhın arkasından kalktı.

“Buyurun?”

Hazer dirseğini tezgâha yaslayarak kasanın arkasındaki ilaçlara bakarken, “Soğuk algınlığı için ilaç alacaktık,” diye kısaca açıkladı. “Ağrı kesici, ateş düşürücü falan. Hep hapşırıyor ya!”

Ben dönüp ona bakarken, hanımefendi hafifçe kaşlarını çatarak bana döndü. Sanırım Hazer’in bahsettiği kişinin ben olduğumu anlamıştı. Gözleri ışıl ışıl parlarken, “Hanımefendi, ne kadar şanslısınız,” dedi bana, nazikçe. “Arkadaşınız sizin için epey endişelenmiş görünüyor.”

Hazer bana dönüp göz kırptı.

Kadının verdiği iki ilacı bir torbanın içinde alarak eczaneden ayrılırken sessizdik. Tamam, zaten yüzüne bakmama gerek yoktu. Şimdi yollarımız ayrılacaktı ve yarına kadar bunu unutmuş olurduk. Kaldırımda bekledik ve tekrar karşıya geçtiğimizde hiç duraksamadan metro istasyonuna yöneldim. Garip olansa Hazer’in hâlâ peşimde olmasıydı. “Affedersin de... Neden hâlâ peşimden geliyorsun?”

“Ne alaka? Sahafa gidiyorum ben. Kitap okuyasım var.”

Kitap mı okuyacaktı? Şirkete falan gitmesi gerekmiyor muydu?

“Benimle sahafa mı geleceksin?”

“Aynen, kitap okumak için.”

Elimle ağzıma girecek gibi duran atkıyı düzelttim. “Lütfen kabalık olarak görme ama neden evinde okumuyorsun?”

“Manzaraya karşı okumak istiyorum.”

Manzaraya karşı... Beni mi kastediyordu? İltifat mı ediyordu?

Bunu sorgulamayacağım için yutkunarak ellerine baktım. Kaldırım kenarında, parmak uçlarımda yürürken, Hazer’in cebinden sigara paketi çıkarttığını gördüm. Tüm dağınıklığına rağmen kalabalık içinde seçici duran bir albenisi vardı. İnsan dönüp ona ikinci kez bakardı. Düşüncelerim yüzümü kızarttığında tüm atkıyla yüzümü örtmeyi istedim. Hava çok soğuktu. İnsanlar montlarına, kabanlarına sıkıca sarınmıştı.  Yürürken önünden geçtiğimiz dükkânların yaklaşan yılbaşına hazırlanan ışıltılı süslerine baktım.

Metro istasyonuna vardığımızda aşağıya inerken sessizliğimizi koruyorduk. Birkaç dakika içinde gelen metroya binmiştik. Ben müsait bir köşeye çekilerek sırtımı metro camına yaslamıştım. Hazer önümdeki boşlukta, elinin biriyle tepesindeki demirden destek alarak dikiliyordu. Bir ara metro durağın birinde dururken o kadar ani fren yaptı ki, Hazer’in o koca bedeni bile sarsıldı. Neredeyse üzerime düşecekti.  Ellerinden birini başımın yanından cama yaslayarak, kendini üzerime düşmemek için kontrol ederken yüzü yüzüme çok yakındı. İkimizin de gözleri büyümüştü. O anki ufacık kaza kalbimde büyük bir deprem etkisi yarattı.

Metrodan indiğimizde hâlâ ellerim titriyordu. Birbirimizin suratına hiç bakamadan sokağa girdik ve sahafa kadar yürüdük. Ben çalışırken geçip kitap mı okuyacaktı? Gözüm sürekli ona kayacaktı, biliyordum. Sahafın kapısını açtığımda o melodik ses etrafta çınladı. Kitap kokusu huzur verici şekilde genzime yükseldi. Tatlı patronuma, “Hola,”[1] dedim ve cevabını bile beklemeden geçip montumu çıkarmaya başladım. 

Hazer’e bakmayacaktım.

Evet, bunu yapabilirdim.

Montumu ve atkımı çıkararak dolaba koyduktan sonra ona hiç bakmamaya çalışarak rafların arasına karıştım. O ne yapıyordu bilmiyordum. Sanırım kendisi de rafların arasına karışmıştı. Tamam, azıcık kitap bakıp gidecek olmalıydı. Kendimi rafların arkasına saklayarak dağılmış kitapları özenle düzeltmeye başladım. Kitapları elime almak, sayfalarında parmaklarımı dolaştırmak hoşuma gidiyordu. İlk rafı düzelttikten sonra aşağıdaki rafları düzeltmek için hafifçe eğildim ve kendime engel olamayarak kitapların arasından olduğu yöne baktım. Yoktu.

“Kızcağızım, şu rafa da bir el at.”

Patronumun sesini duyunca başımı salladım ve rafı düzelttim. O rafı da düzelttikten sonra doğruldum ve beni gören birkaç iş arkadaşıma selam verdim. Henüz bir lise öğrencisi olan Filiz, elindeki kitapları rafa koyarken, “Şu birlikte içeriye girdiğin beyefendi?” dedi sorarcasına. Ardından utangaç bir şekilde gülümsedi. “Senin bir tanıdığın mı? Birlikte geldiniz. Yoksa bir saniye... Abin mi!”

“Ne? Hayır!”

Duraksadı. “Tamam, abin değil. Arkadaşın mı o zaman?”

Sert çıkıştığım için mahcubiyet yaşarken, onu benim için tanımlayacak bir kelime aradım ama bulamadım. Hazer Han benim neyimdi? Patronum olsaydı, beyi aramızdan kaldırmazdık. Aramızdaki patron çalışan ilişkisi değildi artık. Birbirimizle sürekli konuşuyor, bir şekilde sürekli görüşüyorduk. Gerçekten, bunların ne anlama geldiğini bilmiyordum.

“Her neyinse oldukça yakışıklı,” dedi alçak bir sesle. Yüzünde hayranlıkla karışık memnuniyetin emareleri vardı. “Adı ne?”

Nezaketimden ödün vermeden, “O senin için fazla büyük,” dedim ve elimdeki kitabı gergince rafa yerleştirdim. “Kırılma lütfen.”

“Ah, şey. Kaç yaşında?”

“Yirmi sekiz.”

“O halde ikimiz için de büyükmüş.”

Elindeki kitapların tümünü rafa yerleştirdikten sonra arkasını döndü. Bir müşteriye yardım etmek için uzaklaştı. Gözlerimi kırpıştırarak ellerimi rafa yasladım. Büyük müydü? Evet, benden yedi yaş kadar büyüktü ama biz onunla anlaşıyorduk, yaşımız hiç problem olmamıştı. Hem... Zaten neden bir problem olacaktı ki? Dudaklarımı büktüm. Sadece yedi yaş diye düşündüm, göğsümdeki sıkıntıyla. Bu sorun değil.

Rafın önünden ayrıldım ve öksürüğüm tuttuğu için kendimi başka bir rafın arkasına sakladım. Eteğimin cebindeki peçeteyi çıkarıp burnumu sildim. Gözlerim yanıyor, başım dönüyordu. Vücudum o kadar yorgundu ki bir yere düşmekten korkuyordum. Yaşaran gözlerimi silerek sırtımı raftan ayrıldım ve bulanık gözlerle köşeyi döndüğümde, iri bir vücuda çarparak sendeledim. Bir el beni dirseğimden tuttuğunda, Tanrı şahidim olsun ki o sıcaklığı tanıdım. Ürkmedim, korkmadım, sadece sıcaklığının iliklerime işlemesine izin vererek gözlerimi ona kaldırdım. Yakınımdan bana bakıyordu ve gözleri kabahatliymişim gibi kızgındı. “İlaçlarını içmelisin,” dedi bakışlarından daha sakin bir sesle. Bakışları fırtınalı bir denizken, sesi o deniz kıyısında huzurlu bir evdi. “Lütfen iç olur mu?”

Ama o böyle deyince nasıl içmezdim ki...

İç geçirerek kafamı salladım. “Oluuur...”

Elinin yumuşak ama hissedilir olan baskısını çektiğinde, sanki ruhumu bir arada  şey de çekildi ve ruhum boşlukta süzülmeye başladı. Parmaklarının sıcaklığını koruyarak elimi dokunduğu yere götürdüm ve bilinçsizce orayı okşarken, kafamı eğerek yanından geçtim.

Dolaba yürüyüp kapakları açtığımda ilaç torbasını çıkardım ama bir suyum olmadığını fark ederek iç geçirdim. Omuzlarım düştüğünde, “Gelirken bir bakkal görüyordum,” dedi Hazer, arkamdan. Ne için duraksadığımı hemen anlamıştı.

“Oradan gidip su alayım.”

Por favor, benim için zahmete girme.”

“Şşt, beni bekle.”

Benim için zahmete giriyordu, benim için bunu yapan pek insan yoktu. Dolabın kapağını kapattım ve ilaç torbasıyla beraber, patronum boş durduğum için beni azarlamadan üst katın merdivenlerini çıktım.

Yalnızca bir müşteri vardı ve benden epey uzak tarafta, elindeki kitabın sayfalarını çeviriyordu. Diğer çalışma arkadaşlarım aşağıdaydı, burada yalnız kalmak iyi hissettirmişti. İlaç poşetini rafın kenarına bıraktım ve vücuduma yayılan sıcağın endişesini taşıyarak elimi alnıma taşıdım. Tenim normal sıcaklığının üzerindeydi. Öksürerek boğazımdaki kaşınmadan kurtulmaya çalıştım ve kitapları düzeltmeye koyuldum.

Birkaç dakika sonra ahşap merdivenler gıcırdadığında birinin çıktığını anladım. Elimdeki kitabı koydum. Rafın ardına gizlenirken vücudumu da rafa yaslayarak destek aldım. Çıkıp eve gidemezdim, daha düne kadar zaten bileğim incindiği için çalışamamışken bir de bunun için izin alamazdım. Adım sesleri daha da yaklaştığında ve sanki ben bir gölgenin ağırlığını sırtımda taşıyormuş gibi hissettiğimde, boğaz temizleme sesi duydum.

Ah, Hazer’di.

“Suyunu getirdim.”

Ahşap raftan destek alarak vücudumu ona çevirdiğimde, iki adım kadar ilerimde olduğunu gördüm. Elinde bir çanta vardı ama dediği gibi bakkal değil, Starbucks çantasıydı. Bu anda Kerem’in kapitalizm serzenişini hatırlayarak hafifçe gülümsedim.

“Bakkal da su 2 lira civarıyken Starbucks’ta en az 10 lira. Bu gerçekten kapitalizm işi.”

Hazer kurduğum bu cümle üzerine sadece, “Ha?” dediğinde boşboğazlığım için utandım.

“Affedersin, boşboğazlık ettim.”

Hazer derin bir iç çekti. Ben sırtımı tamamıyla arkamdaki rafa yaslayarak öksürürken o, mesafeyi kapatarak önümde dikildi. O bana yaklaştıkça aydınlığı gören geyikler gibi kaçışmak istiyor ama aydınlığın büyüsüne kapıldığım için bir yere gidemiyordum. “İçecek sıcak bir şeyler aldım,” dedi fısıltıyla. “Geç otur, iç. Yanında da bir şeyler atıştır.”

“Olmaz,” dedim yüzüne yakından bakarken. “Ben çalışıyorum, oturamam. Patronum veya iş arkadaşlarım görürse hiç hoş olmaz.”

Bir elini başımın yanından, sırtımı yasladığım rafa yaslamıştı ve bize uzaktan bakan birisi aramızda mesafenin olmadığını düşünürdü. Ama hâlâ nefes alabiliyorsam mesafe var demekti.

“Hastasın,” dedi Hazer, her kelimenin üstüne basarak. “Senin yerinde bir başkası olsa doktora gider, bir rapor alır, istirahate ayrılırdı ama sen bunun yerine burada çalışıyorsun. Bırak da alttan alma nezaketi göstersinler.”

Ah, haklı mıydı? Hayır, çalışmam lazımdı, rapor alamazdım ama madem çalışmak istiyordum, ayakta kalabilmem lazımdı. Başımı sallayarak onu nazikçe onayladığımda bakışlarını yüzümde son bir kere daha dolaştırarak benden acelesizce uzaklaştı. Tanrım, takımının içinde hep beyefendi gibi görünüyordu.

Eteğimin uçlarını düzelttim ve rafın kenarından yürüyerek masalara yöneldim. Sandalyeyi çekip oturduğumda ellerimi ahşap masaya yerleştirdim. Hazer de hiç vakit kaybetmeden karşıma geçti. Masa genişti ama ellerimizi uzatsak birbirimizi tutardık, tabii ellerimizi tutacağımızdan değil de... Sadece, masanın enini ölçüyordum. Ölçünü onun elleriyle mi yapıyorsun, diye fısıldadı iç sesim. Peki onun ellerinin zarafeti neyle ölçülür?

“Yanakların yine bir şeyler sürmüşsün gibi görünmeye başladı. Ateşin mi var? Ondan mı kızardın?”

Evet, biraz ateşten, biraz da hoş olmayan düşüncelerimdendi kızarıklığım. Bunu ona söylemeyeceğim için sadece kafamı salladığımda Hazer raftan aldığı ilaç torbasını ve içecek bulunan torbayı masanın üzerine bıraktı. “Senin için çay aldım, yanında atıştırman için de kurabiye. Al, daha fazla soğumadan iç.”

Gracias.

Uzanıp keseyi ve çayı önüme çektim. Taze kurabiye kokusu karşısında mest olmuştum. Kocaman çikolatalı kurabiyeyi aldım ve ağzıma götürerek iri lokmalar halinde yemeye başladım. Hımm, oldukça lezzetliydi. Yanında çayımdan birkaç yudum aldım, şekersizdi. Yüzümü buruşturduğumda, homurtu sesi yükseldi. Hazer şekerleri bana uzattı. “Al bakalım, pek şekere ihtiyacın varmış gibi görünmüyor ama...”

Hafifçe kıkırdadım. “Hazer...” İltifatına kıkırdamam beni bile şaşırttı.

“Şapşal.”

Dolu ağzımla konuştum. “Despot.”

Gözlerini devirdiğini gördüğüme yemin edebilirdim. Onunla böyle konuşma rahatlığına ne zaman kavuştuğumu bilmiyordum. Fakat buna rağmen hâlâ yanında soluk soluğa geziyordum. Buna alışmalı mıydım? İnsan nefes alamamaya ne kadar alışırdı? Ellerinin titremesine, vücuduna sıcak basmasına, düşüp bayılacakmış gibi olmasına... Nasıl alışırdı?

“Keşke biraz da bana verseydin.”

Hazer’in sesini duyduğumda başımı yukarı kaldırdım ve kurabiyenin son parçasını ağzıma atmak üzereyken duraksadım. Ona kurabiye verme inceliği göstermemiş olmam beni utandırdı.

“Ben... Haklısın, kabalık ettim.” Elimde bir parça kalmış kurabiyeyi ona uzattım. “Hadi, al da bunu ye.”

“Takıldığımı hiç anlamıyorsun değil mi?”

Benimle alay ediyordu. Onun günlük sakallarından yukarıya doğru uzanan yüzüne  alınarak baktım. “Alay ediyorsun!”

Hazer yüzüme, muhtemelen alıngan ifademe bakarken bir anlık bocalayışa düştü. “Ben... Halsizsin ya, sadece biraz takılıp rahatsızlığını unutturmak istemiştim. Alındın mı?”

Dürüst davrandım. “Alınmıştım ama geçti.”

Gözlerimi kaçırdım, o da öyle yaptı. Biraz konuştuktan sonra ikimiz de birbirimizle ilgilenmemeye çalışıyorduk ama birkaç dakika sonra kendimi yine ona bakarken buluyordum. Kurabiyenin son parçasını da ağzıma atarak çay sayesinde yuttum ve torbanın içindeki peçeteyi çıkarıp ağzımı sildim. Birazcık çayım kalmıştı, Hazer de kendine aldığı kahveyi içiyordu. İki bardağın üzerinde de adı yazılıydı. Henüz yukarıya kimse çıkmamıştı, zaten çıktıklarında ne açıklama yapacağımı da bilmiyordum. Az ilerideki müşteri bize kısa bir bakış atarak merdivenlerden inmeye başladığında, katta yalnız kalarak birbirimize baktık. O an aklımdan, her nedense tek şey geçti ve dudaklarım pervasızlıklarıma bir yenisini eklemek adına aralandı.

“Sen benim için büyük müsün?”

Bu soruyu sormamın gerekçesini nasıl izah ederdim ki? Hazer’in hareleri şaşkınlığıyla beraber büyüdü ve bu şaşkınlığın yüzünü ele geçirmemesi için direndi. Kendimi şuursuz, her zaman olduğu gibi pervasız hissettim. Onun dudakları aralanırken, “Ben,” dedim hızlıca. “Ben saçmaladım. Affedersin, lüzumsuz bir soruydu. Lütfen kaale alma.”

Hazer aralık durumdaki dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra yutkundu. Âdemelması odağıma girdi. Teni soluktu. Boynu, başına doğru zarifçe uzanıyordu ve boğazındaki yumru her defasında gösterişli bir şekilde kıvrılıyordu. Hazer masanın üzerindeki ellerinden birini gergince ensesine yerleştirdi ve dudakları bu sefer daha kararlı bir şekilde aralandı. “Değilim. Senin için büyük falan değilim.”

Omuzlarım, bedenimin kalanı gibi gevşedi ve dudaklarımdan sessiz bir nefes sızdı. Büyük değildi. Bu konu hakkında daha fazla konuşamazdım, hemen kapanması şarttı. Kafamı salladım, daha bir şey demedim. Hazer de ensesini kaşırken, gözlerini ahşap masaya dikti. O kadar gerilmiştim ki sanki aramızdaki hava tenimi ısırıyordu.

Sessizlik esnasında birkaç kere hapşırdığımda, Hazer ilaç torbasına davrandı. Ben cebimden peçetemi çıkarırken o da ilaçları çıkarmıştı. Ağrı kesici, ateş düşürücü bir ilacı bana uzattığında minnetle aldım. Açıp içinden çıkan pembe ilaçlara baktım. Poşetteki şişeden yudum alarak ilacı içtim.

“Cildin ne kadar hassas, hemen kızarıyor,” diye mırıldandı o sırada Hazer. “Ayrıca çok ince, damarların çok belirgin.”

Evet, soluk, grimsi bir tenim vardı; bazen beyaza çalardı. Damarlarım da diğer insanlardan bir tık daha belirgindi ve bunların beni hasta gibi gösterdiğini düşünürdüm. “Anneme benziyorum biraz,” diyebildim, ellerimi sıkarken. Tırnaklarımız avuç içlerimize ne de çok batıyor değil mi? İnsanların bize verdiği acıyı, biz kendimizden çıkarıyorduk. ”Oysa ona benzemeyi hiç istemezdim.”

“Annen,” dedi ama sesinin tereddütte kaldığını anlamıştım. “Neden onunla değilsin?”

“O benimle değil.”

Bu cümle, sanki Hazer’in susması için yeterli oldu ve bana bu konu hakkında tekrar ağzını açmadı.

Her şey farklı olabilirdi. Annem, bedenini sattığı kadar ruhunu da satmış olmasaydı, altında kaldığımız enkazı ellerimle görkemli olmasa da yaşanabilir bir yuvaya çevirebilirdim. Bunları düşünmek bile manasızdı. Çünkü ben annem için şatolar kurabilecekken o benim için bir taşı yerinden bile kaldırmazdı.

“İzninle, ben kalkayım.”

Nezaketimden ödün vermeden ama ona da itiraz etme hakkı tanımadan masadan kalktım. Hazer başını aceleyle bana kaldırdığında, ona yukarıdan bakma lüksünü yaşadım ve saçlarının hafif dalgalarını seyre daldım.

“Kalk ama gitme... Yani bu katta mı uğraşacaksın?”

Kattaki raflar dağınıktı, toplamak için burada kalabilirdim. “Si.”

Hazer derin bir nefes aldı. “Peki.”

Başımı sallayarak yanından uzaklaşmaya başladım ve dönüp omzumun üzerinden ona bakmamak için muazzam bir gayret gösterdim. Rafların arasına karıştım ve okuması için ona bir kitap aramaya başladım. Sabahattin Ali okuduğuna göre Türk edebiyatını seviyor olmalıydı. Ya da dönem kitaplarını. Bunun bilincinde olarak rafları karıştırdım ve kısa süre içinde bir kitap seçtim.

Romeo ve Juliet.

Kitabı raftan aldım ve üzerindeki tozu üfleyerek rafların aralığından Hazer’e göz attım; bu şekilde tam bakış açımdaydı. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, kafasını arkaya doğru atmış, tavandaki abajuru izliyordu. Rafın arkasından çıkarak tereddütlü adımlarla masaya yaklaşırken, Hazer adım seslerimi duyduğu gibi kafasını bana doğru çevirdi. Bir çehreme, bir de parmaklarımın arasındaki kitaba baktığında açıklama gereği duydum. “Manzaraya karşı kitap okuyacağını söylemiştin, bunu okumak ister misin?”

Alt dudağını dişlerinin arasına aldığında bakışlarımı kaçırma ihtiyacı hissettim. Uzanıp parmaklarım arasındaki kitabı alırken, “Romeo ve Juliet,” diye fısıldadı alçak sesle. “Tam senin kitabın olmalı.”

Hakkımda bu kadar doğru bir düşünce beyan etmesinin şaşkınlığını yaşayarak kafamı salladım. “Çok severim.”

“Efsane derler... Doğru mu?”

“Okuyanın nasıl yorumladığına göre değişir.”

Dudaklarını serbest bıraktı ama bu seferde dilinin ucuyla ıslattı. Karnıma yumruk yemiş gibi irkilerek geriledim.

“Öyle olsun balerinim.”

Ona sırtımı çevirdim. Gözünü çevirip bakamayacağı yerlere kadar kaçtım. Uzaklaştım, rafların arasına sığındım, saklandım. Kendime biraz zaman verdikten sonra halsizce işimi yapmaya devam ettim. Önünde durduğum rafı düzelttikten sonra gelen yeni kitap siparişlerimizi karton kolilerden çıkardım ve ait oldukları yerlere yerleştirdim.

Kurabiye yediğimde ve ilaç içtiğimde daha iyi olacağımı düşünmüştüm ama kötü olmaktan ileriye gidememiştim. Öksürüyor, sık sık burnumu temizliyordum. Kendimi işe verdim ve gözlerimi ondan tarafa değdirmeden işimi yaptım. Gökyüzü kararmaya başladığında, kasvet sahafın içine düşmüş ve batan güneşin ardında bıraktığı son kızıllık da küçüldükçe küçülmüştü. Tüm vücudum ağrırken müşterilere yardımcı olmayı da sürdürdüm.

Hava artık tamamen  karanlığa teslim olduğunda müşteriler de yavaş yavaş dükkânı terk etmeye başladılar. Halsizce cama doğru yürüdüm ve sokağa göz attım. Rüzgârda her şey sürükleniyordu. Gözüm birine takıldı, paltosuna sıkıca sarılmış yürüyen bu kişi Behram’dan başkası değildi. Hazer’le buradan ayrılacak olmalıydı. Hazer’e dönmek üzereyken sokağın diğer ucundan gelen Gazel’i de gördüm ve şaşırarak ellerimi cama dayadım. O da üzerindeki pelüş monta sarınmış, hızla yürüyordu. Birbirlerine gördüklerinde duraksadılar. Gazel, bu mesafeden bile görebileceğim kadar sevinçle gülümserken, Behram şaşkınlıkla ona baş selamı verdi ve geçmesi için sahafın kapısını açtı. İçeriye girerek gözden kaybolduklarında, dudaklarımı ısırarak arkamı döndüm ve Hazer’in zaten kalktığını gördüm. O da benden tarafa dönmüştü. 

“Behram’ı gördüm,” dedim. “İçeriye girdi.”

Kafasını salladı. “Evet, beraber eve geçeceğiz.”

Oradan da maça.

Dudaklarımı birbirine bastırarak geçmek için izin istediğimde, Hazer kenara çekilerek bana alan açtı. Gazel’e bir şey çaktırmak, onun da benimle buz gibi evde yaşamasını istemiyordum. Merdivenlerden inerken Hazer hemen arkamdaydı ve sıcaklığını bir yük gibi sırtımda taşıyordum. En alt basamağa indiğimde, beni ilk gören Gazel oldu ve yanıma doğru koşturdu. “Hola.”

Kucaklaştık. Onun üstünden kışın kokusuyla soğukluğunu alırken, ellerimi yumuşakça sırtına doladım. “Geleceğini söylememiştin,” dedim. Benden uzaklaştı ve güzel yüzünü omzuna doğru eğdi. “Sürpriz yapmak istemiştim.”

Gülümseyerek yüzümü hemen ondan çektim, biraz uzun baksa ne kadar bitkin olduğumu hemen fark ederdi. “İyi yaptın,” dedim içtenlikle. “Çok üşümüşsün.”

Gazel nefesini ellerine verdi. “Evet, üşüdüm ama bahar gibi yüzünü görünce içim ısınıverdi.”

“Deli kız.”

Bakışlarım onun omzu üzerine kaydı. Hazer ve Behram el sıkışmış, bir şeylerden konuşuyorlardı. Hazer’in sırtı bana dönüktü. Gazel dirseğime dokunarak dikkatimi çekti. “Mesain bitti mi?”

“Hayır, daha var.”

“Olsun canım,” dedi Gazel tatlılıkla. “Sana yardım edeyim.”

Kafamı sallayarak dağılan atkısını nazikçe düzelttiğimde ışıl ışıl gözlerle bana baktı ama yine dudağındaki izi gördüğümde, ifadem yerini derin bir hüzne bıraktı. Ona, bunu sormak için ağzımı açtığımda, “Kızcağızım,” diye seslendi patronum. Gazel’in başının üzerinden arkaya baktım. “Arkadaşlarını uğurla da işinin başına dön.”

Mahcubiyetle hızlıca kafamı salladım. Gazel bir daha azar yememem için benden uzaklaşırken, dönüp bir an arkasına baktı. Behram’la göz göze geldiklerinde ikisi de kafasını önüne çevirdi. Hazer de Behram’ın dalgınlığını fark etmiş olmalı ki, omuz üstünden bize doğru döndü. “Merhaba,” dedi Behram, beni onun gözlerinden kurtarırken. “Nasılsın? İyisindir inşallah Safir?”

Nazik tavrına karşı gülümsemeyi borç bilerek dudaklarımı kıvırdım.

Si, iyiyim. Sen nasılsın?”

Behram tek kaşını kaldırarak Hazer’e döndü. “Si mi dedi?”

Ah, bazen konuştuğum insanların İspanyolca bilmediklerini gerçekten unutuyordum. “Si,” diyerek Behram’ı tekrarladı Han. “Evet, demek.”

Behram anladığını belirterek kafasını salladıktan sonra kısa bir an yüzüme baktı. “Merak ettiğimden soruyorum, yabancı mısın?”

“Babam Türk, annem İspanyol.”

“Zaten Türkçen de aksanlı.”

Si.”

Si, ha?” Behram suratını Hazer’e çevirdi. “Bundan sonra sana böyle diyeceğim. Si, Hazer.”

Hazer ona dik dik bakarak, “Çık şuradan,” diyerek homurdandı. “Şunu ödeyeyim, çıkalım.”

Romeo ve Juliet’i alıyordu. Kasaya doğru yürüyerek bizden uzaklaştığında, birkaç kere hapşırdım ve derhal cebimdeki peçeteyi çıkardım. Behram endişeyle bana doğru bir adım attı. “Geçmiş olsun, grip misin?”

“Teşekkür ederim, sadece biraz kırgın hissediyorum, iyiyim.”

Sürekli önüne düşen saç tutamıyla meşgul olarak, “Hayret, Hazer seni hastaneye götürmedi mi?” diye sordu.

“Eczaneden ilaç aldık.”

Behram kafasını sallarken, dik omuzlarının üzerinden Hazer’i gözetledim. Cüzdanını çıkarmış, ücreti ödüyordu. Saçları bugün epey dağınıktı. Hiç tarak sürmüyor muydu bu adam saçlarına? Behram, “Safir,” diyerek dikkatimi çektiğinde gözlerimi bir anlığına yüzüyle buluşturdum. Omzumun üzerinden, muhtemelen Gazel’e bakıyordu. Yüzü sıkıntılıydı ve kararsız görünüyordu.

“Ben soramadım... Sen sorsana Gazel’e, ağzına ne olmuş? Konuşurken bile zorluk çekiyordu.”

İçimin garip bir duygu tarafından istila edildiğini hissederken sadece kafamı saklayabildim. Sanki Behram da yanlış bir şey dediğini düşünmüş gibi kızardı ve gergin şekilde kafasını çevirdi. Hapşırarak akan gözyaşımı sildim. Ağzına ne olduğuyla ilgili tahminim vardı ama gerçek olmasından korktuğum için düşünmeye bile katlanamıyordum. Galip onu incitiyorsa ve Gazel buna, tıpkı benim gibi susuyorsa... Lütfen sen susma, ben incindiğimi, öldüğümü çok geç fark ettim ama sen fark ediyorsan lütfen susma.

“Behram, hadi.”

Hazer ödemesini yaptığında Behram başını salladı ve bana nazik bir gülümseme göndererek arkasını döndü. Behram kapıya doğru yürürken Hazer orada kalarak yanına gelmemi bekledi. Vedalaşmak için. Vedalaşmadan ayrılmazdık. Aramızda bir adım kalana kadar ilerledim ve evinin penceresinden, denizin manzarasını izleyen bir insanın iştahıyla onu izledim. Tanrım senin kumaşın ne de et ve kemiği dikip böylesine güzel bir surat var ettin?

“İlaçları aksatmadan iç,” diyene kadar gözümü kırpmadığımı fark ettim. “Çok soğukta kalma.”

Bien.” Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemeyerek birkaç kez öksürdüğümde Hazer’in yüzünü karmaşık bir ifade gölgeledi ve sıkıntıyla iç çekti.

“Bekletme Behram’ı.”

Kafasını salladı. “O zaman hoşça kal,” dedi.

“Kalayım...”

Elini ensesine attı ve dudağının kenarı hafifçe kıvrılırken, yavaşça ayakkabılarının üzerinde döndü. İri vücudu anbean uzaklaşırken giderek küçüldü ama kalp atışlarımın hızı o göz hapsimden tamamen çıkana kadar aynı kaldı.

Derhal işimin başına döndüm. Gazel üzerinden montunu ve atkısını çıkarmış, bana yardım etmeye başlamıştı. Halsizliğimi görmemesi için hızlı davrandım, onunla az konuştum ve öksürüp hapşırmamak için direndim. Hasta olduğumu anlarsa benimle kalmayı teklif ederdi ve onun buz gibi evde kalmasını istemezdim. Yetimhanede kaldığımız günlerden hatırlıyordum, benden bile daha çabuk hasta oluyordu.

Patronum birkaç kez bizden tarafa baksa da çok şükür ki azarlamamış, ağzını açıp bir şey dememişti. Elimi alnıma koyup tenimin sıcaklığına baktım. Sıcak olmama rağmen üşüyordum. Montumu giyip atkımı boynuma doladığımda, Gazel de çantasını omzuna asıyordu ve hemen yanımdaydı. “Safir... Sen iyi değilsin sanki?”

Elbette anlayacaktı, çünkü berbat görünüyordum. “Sadece yoruldum, iyiyim.”

“Öksürüp duruyorsun.”

“Kış günü,” diyerek geçiştirmeye çalıştım. “Herkes öksürüyor.”

Gazel tatmin olmayan bir yüz ifadesiyle bana bakarken yanından sıyrılmaya çalıştım. İş arkadaşlarım da kıyafetlerini giyiyordu, onlara başımla selam verdikten sonra çıkış kapısına ilerledim. Gözlerim patronumla kesiştiğinde, kasayı kapattığını ve kilitlediğini gördüm. “İyi akşamlar,” dedim.

“Sana da kızcağızım.”

Şükür ki ev buraya yakındı, çok yürümek zorunda kalmayacaktım. Gazel koluma girip benimle kaldırıma çıktığında, çenemi ve yüzümün bir kısmını yün atkının içine saklayarak öksürdüm. “Taksi çevirelim mi Safir? Yürüme o kadar.”

“On dakika sadece,” dedim. Var olan azıcık paramı taksiyle çarçur etmek istemiyordum. Gazel yanımda sıkıntıyla inleyerek, “Dur,” dedi ve kolunu kolumdan çıkararak elindeki eldivenlere uzandı. Ben daha ağzımı açmadan eldivenleri çıkardı ve ellerimi çekiştirdi. “Hadi, giy bunları.”

“Gazel,” diye serzenişte bulundum. “Hayır, sen giy eldivenlerini.”

Gazel ellerime dokunduğunda ne kadar sıcak olduğunu fark etti ve huzursuzlandı. “Ellerin çok sıcak.”

“Hararetten,” dedim ve ellerimi bir çırpıda ellerinin içinden çekerek ceplerime sakladım. Gözlerim sulanıyordu ve eğer sorarsa rüzgâr yüzünden diyecektim. “İyi o zaman, sen giymiyorsan ben de giymiyorum.”

Kendini sürekli benim için bir şeyler yapmak adına parçalıyordu. Ne alırsa bana da alıyor ne yiyorsa bana da yediriyordu. Biliyorum, beni yalnız bıraktığı için içten içe vicdan azabı duyuyordu ama zaten yollarımız bir şekilde ayrılacaktı.

“Hazer bugün neden sahaftaydı?”

Gazel’in imalı bir sesle sorduğu soru karşısında bocaladım.

“Kitap okumak istemiş.”

“Hımm,” dedi aynı ses tonuyla. “İlginç. Koskoca iş adamı, gün içerisinde gelip senin çalıştığın sahafta kitap okuyor?”

Halsizce yürümeye devam ederken, karnımda bir jilet dönüyormuş gibi hissederek yüzümü buruşturdum. “Bugün işi pek yoktu, akşam da maça gidecekti zaten.”

“Ve sen bunların tümünü biliyorsun?”

“Yani...”

“Senin yanında nasıl bilmiyorum, pek aynı ortama girmedik ama Hazer bende soğuk bir adam izlenimi bıraktı,” dedi Gazel, düşünceleri için utanmış görünüyordu ama Han’ı soğuk bulmakta haklıydı. “Yalnız var ya, bence tam bir alfa.”

“Alfa mı?” diye sordum anlamayarak. “Ne kastediyorsun?”

“Ah.” Doğru kelimeleri bulmaya çalışıyormuş gibi birkaç saniye bekledi. “Centilmen, prensip sahibi, korkusuz, güçlü, kararlı, biraz dediğim dedik, cesur... Bak mesela ben Hazer’i kimsenin emri altında veya herhangi birinin karşısında başı eğik düşünemiyorum. Hem... Alfa erkekleri çekicidirler. Ne dersin? Hazer de sence öyle mi?”

Hazer aslında söylediklerinin hepsi gibiydi. Gözlerimi kaçırarak ıslak kaldırımlara bakarken, “Böyle şeyler deme,” diyerek serzenişte bulundum. “Ben hayatımda hiçbir erkeği çekici bulmadım. Bir erkeğe bu şekilde bakmadım bile. Benim dünyamda senden ve Leo’dan başkası yoktu.”

Başını yumuşakça omzuma yaslayarak yavaş adımlarıma uyum sağladı. “Biliyorum canımın köşesi. Ben senin hiç güvenmediğim, hoşlanmadığım biriyle olmanı ister miyim? Hazer soğuk görüntüsüne rağmen güçlü birisi ve sizi çok yakıştırıyorum.”

“Gazel...”

“Tamam, peki. Bu konu hakkında konuşmuyorum.”

Gracias,” dediğimde başını omzuma sürterek gülümsedi.

“Şapşal ya, bir de teşekkür ediyor. Çok naziksin Safir, garip olansa bu nezaketin sende hiç aldatıcı durmuyor olması.”

Her insandan nazik olmasını beklerdim, çünkü kaba ve kırıcı olmak için gerekçe bulamıyordum. İnsanlar o kadar vahşi, sabırsız ve anlayışsızdı ki böyle biri olmak için ne yaşamış olabileceklerini düşünüyordum. Ben o kadar şey yaşayıp hâlâ nezakete önem veriyordum ama insanlar diğerlerine karşı nazik olmayı umursamıyorlardı. Bu dünyanın birçok yerinde böyleydi.

Evin kapısına kadar yürüdüğümüzde Gazel kolumdan çıktı ve ben sokak kapısını açarken sıkıntıyla iç geçirdi. “Bugün seninle kalayım mı Safir? Eskiden yaptığımız gibi camdan yıldızları izleriz olur mu?”

Olmazdı. “Hayır, evine git. Zaten biliyorsun, ben hep yalnız kalmayı daha çok sevmişimdir.”

Gazel omuzlarını düşürdü ve elleriyle kollarını sıvazlarken, açtığım kapıdan içeriye göz ucuyla baktı. “O zaman otele gidelim Safir, olur mu? Lütfen, böylesi hiç içime sinmiyor.”

Otele verecek param yoktu, ondan da vermesini istemiyordum. Kimin parası? Galip’in mi? Hayır, kalsın. “Hayır ama sen otele gidebilirsin Gazel.”

Sıkıntıyla yanaklarını şişirdi ve ümitsiz bir iç çekişin ardından kafasını salladı. Gazel beni o kadar uzun süre idare etmişti ki ondan hiçbir şey isteyemezdim. Kapıdan içeriye girdim ve karanlık sokağa ürkek bakışlar attıktan sonra, “Kendin için taksi çağır,” diye ricada bulundum ciddiyetle. “Bu ıssız yolu tek yürüme.”

“Çağırırım,” dedi, mutsuz görünüyordu. “Hadi, içeriye gir.”

Kafamı salladım, o taksi çağırmak için telefonunu cebinden çıkarırken ağzının kenarına bakarak üzüntüyle yüzümü buruşturdum. “Gazel?”

“Hımm?” dedi.

“Behram, ağzına ne olduğunu sormamı istedi.” Bu cümleyi kurmakta ne kadar doğru yaptığımı bilemeyerek beklediğimde Gazel gözlerini büyüterek bana bakakaldı.

“Dudağına ne oldu Gazel?”

Ansızın sol gözünden bir damla yaş aktığında, sanki derimde yara açılmış gibi içim acıdı ve ağlamaması için, “Yapma,” diyebildim çaresizce. “Grito.”

“Çok utanıyorum,” dedi kendini tutamayarak gözyaşı dökmeye devam ederken. “Behram’a söylediğim yalan yüzünden onu gördüğümde yüzüne bakamaz oldum. Yani o öyle dürüstken ben karşısında ezildiğimi hissettim. Oysa onu toplasan beş kere ancak görmüşümdür ama çok tuhaf hissediyorum.”

“Şş,” dedim ve uzanıp gözyaşlarını yanaklarından silmesine eşlik ettim. “Seni anlamaya çalışacağını ümit ediyorum.”

“Bunun anlaşılacak bir yeri yok,” dedi, hatasını kabul ederek. “Göz göre göre yalan söyledim.”

“Gazel...”

“Boş versene,” dedi ve gözyaşlarını daha hızlı şekilde silerek kaygıyla gülümsedi. “Sen nelerle uğraşıyorsun, ben neleri dert ediyorum. Hadi, içeriye gir, ben de gideyim.”

Onun derdi benim derdimdi. İnsan canının bir yarısı acırken diğer yarısıyla mutlu kalabilir miydi? Taksi gelene kadar onunla bekledim ve taksi geldiğinde, normalde birini öpmeyi sevmememe rağmen uzanıp yanağından öptüm. Taksiye bindi, uzaklaşana kadar arkasından baktım. Sonra içeriye girdim ve karanlık koridorda korka korka salona geçtim. Ay ışığı camdan içeriye zayıfça düşüyordu. Önceki gece yaktığım mumu yaktım. Ev aydınlandığında rahatladım. Çantamda sınırlı eşyam vardı ve cama örtebileceğim pek bir şey yoktu maalesef. Bakışlarımı etrafta gezdirirken gazeteleri gördüm ve halsizce ilerleyerek onları aldım.

Bugün aldığım bant sayesinde gazeteleri camlara yapıştırdım ve evin içi görünmez olduğunda rahatlayarak çantamın yanına yürüdüm. Adım atacak halim kalmamıştı, bir yere yığılmak istiyordum. Kartonu açarak üzerine yığıldım ve kendimde kıyafetlerimi değiştirecek gücü bile bulamadım.

Titriyordum. Dertop olmuş, bacaklarımı kendime sararak küçücük kalmıştım. Ellerim birbirine sürttükçe ateşimin yüksekliğini hissetmiştim ama sanki elimi alnıma götürüp ateşime bakasım bile yoktu. Montumlaydım, mum hemen başımda yanıyordu ve karanlık duvardaki gölgesi yavaşça dalgalanıyordu. Sanki tüm kemiklerim ağrıyor, sancıyordu.

Bu, uzun bir süre böyle devam etti. Titredim, hapşırdım, öksürdüm... Kendimi bir şeyler sayıklarken buluyor ama ne dediğimi duyamıyordum. Boğazım susuzluktan yanıyordu ama kalkıp mutfağa gidemiyor, suyu alamıyordum. Kimsem yoktu. Hastaydım ama kimse su verecek kadar yakınımda değildi. Bu ateş dinmezse ne olurdu? Sabaha kadar böyle mi olacaktım? Ya havale geçirirsem? Yüksek ateşin havaleye sebep olduğunu biliyordum. Gözyaşım yanağımdan aşağıya aktığında, dudağımı dişledim. Kimsem yoktu. Ölsem ne kadar sonra fark edilirdim? Annem burada olsaydı, tüm yaşananlara rağmen benimle kalsaydı şimdi ateşimi dindirmek için uğraşsaydı.

“Kimsesizim, hiç kimsem yok. Ölecek miyim? Tanrım, neden bu kadar yalnızım...”

Gözümü açmakta bile zorlanıyordum. Uzun süredir bu kadar hasta etmemiştim ama bugün gerçekten başıma gelebileceklerden korkuyordum. Hıçkırdım. Yalnızlığıma ağladım. Kahretsin, ne kadar acı ki gözyaşlarım yastığa bile değil, pis kokulu bir kartona dökülüyordu...

Açarım, diye bir ses büyüdü kafamın içinde ansızın. Sen ne zaman ararsan açarım.

Gözümü birkaç denemeden sonra açtım ve ateşler içindeyken montumun cebine uzandım. Telefonu çıkarıp elimde tutarken ıslak gözlerle ekrana baktım ve parmaklarım benden bağımsız bir şekilde rehbere girdi. Adının üzerine tıklayıp telefonu güçsüzce kulağımın üzerine bıraktığımda, bir çocuk gibi ağlıyor ve kimsesizliğime üzülüyordum. Telefon bir çaldı, iki çaldı... “Alo?”

Açmıştı.

Sözünde durmuştu. Kuru dudaklarımı kıvırdım ve titreyerek atkımın içerisine sokuldum. Gayret edip konuşmak istediğimde, hattın diğer ucundaki gürültülü sesleri duydum. Hazer’in sesini ayırt ediyordum ama sesiyle beraber boğuk, abartılı gürültülerde duyuyordum. Islıklar, alkışlar... Kendimde bulduğum son güçle, “Hazer,” diyebildim ve gözlerimi bitkince yumdum. “Ço... çok üşüyorum.”

Bir şeyler dedi, hiçbirini duyamadım. Tabii ya, maçtaydı. Neden aramıştım ki? Bu maç için çok sabırsızdı, bir an için bunu unutup yanıma gelmesini istemem büyük bencillikti. Sadece bir an... İhtiyacım varmış gibi hissettim. Kimsesiz olmak gücüme gitmiş, kemiklerim içime kırık camlar gibi batar olmuştu.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama uzaktan takırtı seslerini duydum. Yer ve yön duygumu kaybetmiş gibiydim. Ellerimin vücuduma dolandığını hissediyordum ve çenem hâlâ titriyordu. Kendimi bir sanrının içinde hissediyor, gelişen şeyleri takip edemiyordum. Onlar adım sesleri miydi? Gözlerimi açmak, daha sıcak bir şeye sarınmak istiyordum. Duyabiliyordum, yalnız değildim. Birisi geliyordu, kimdi?

Titremelerim arasında, mumun cılız ışığının dalgalandığını kapalı gözlerime rağmen hissettim ve uzaklardan bir ses duydum. Ellerimden biri kalktı, uzanmaya çalıştı ve parmaklarıma yumuşak bir şey dokundu. O şeye, bana yardım etmesi için sıkıca tutunduğumda, bir gölgenin ağırlığını göz kapaklarımda hissettim ve kurumuş dudaklarımı araladım. “Hazer Han? Geldin mi? Ama maç...”

Kalbim, vücudumla beynim arasına sıkışmış gibi kararsız ve hızlı tempoda atarken, “Geldim,” dedi tanıdık birisi. Avuçlarımın içindeki şeye sıkıca tutunurken, soğuk bir dokunuşu alnımda hissettim ve cennet ırmaklarından akan gürül gürül suyu bulmuş gibi çaresiz bir inilti koyuverdim. Yüzüme soğuk, üşümüş nefesi çarptı ve içimde şarkılar çalmaya başladı. Hazer, söylemeyi bilmesem de dinlemeyi en çok istediğim şarkısın artık. Az sonra sesini neredeyse duyamaz oldum. “Maçı bırakıp sana geldim...”

BÖLÜM SONU.